Tuzla Yazları - Claudia Karavolas Gilmore

.

TUZLA YAZLARI


Çok seneler evvel, Tuzla'da Eşek Adası'na yüzmeye giderdik. O günlerde ne ev, ne bahçe, ne tersane hiçbir şey yoktu. Yabani çiçekler, papatyalar, üstlerinde mor renkli zırh gibi dikenli dikenler büyürdü.

Arabaya mangal yerleştirilir, babamın harpunu , maskeler, paletler, yiyecekler, ( pirzolalar, zetinyağlı dolmalar, domatesler, taze söğüş salatalıklar, soğuk peynirli börekler, meyva suları, biralar, ve tabi ki beyaz peynir ve karpuz). Yere serpmek için eskimiş, solmuş ve çok yumuşamış bir örtü, bol bol havlular ve şemsiyeler.

Anneannem günler evvelinden mezecikler de hazırlardı, yola çıktığımızda güneş yeni doğmuş, hava halen serin, büyük bir hazırlıkla, tabiatın halen kral olduğu, insanların henüz el değdirmediği, denizin berrak , güneşin bizi yaz meltemleri ile okşayacağı, kimseciklerin olmadığı bir yere gitmenin heyecanı ile yola çıkardık.


Eşek Adası'nda kimseler oturmazdı. Buna rağmen eski yarı yıkılmış bir ahır, ve bir kaç eşeği ile uğraşan bir eşşekcibaşi. Eşekler ihtiyarca, biraz yorgun, çok yavaş ve tembeldiler. Fakat gözleri halen parlak, kirpikleri güneşte sürmeli gözlerini şüsler, onlara insanca bir bakış verirdi. Kendimizi denize hemen attığımız halde, soğuk ve morarmış dudaklarla zorla sudan çıkartıldığımız zaman ailemizi arkada bırakıp doğru eşeklere koşardık. Arkamızdan " Eşeklerin arkalarında oynamayın, güzel bir tekme atamayacak kadar ihtiyar değiller" diye anneannem bizi uyarırdı. Biz de onları okşar, hal ve hatırlarını sorar, eşekcibaşının hayretli bakışlarına hiç önem vermeden, eşeklerle sohbet ederdik.

Genellikle, varır varmaz, örtüler yerlere serilir, annem ile anneannemi yerleştirdikten sonra , kardeşimle çağanozlar gibi tırmanır kayaların arasından, üstünden denize inerdik. Babam bu arada mangalı kurar, harpun elde, paletler ve maskesiyle, kurbağa adamlar gibi, kendini denize atardı. Denizde sayılmıyacak kadar balık, deniz yıldızı, ıstakoz, çağanoz ve deniz kestaneleri vardı. Babamın en büyük merakı saatlerce denizde yüzmek, arada bir dalmak, balık gördüğü gibi peşine düşmek, ne yaptığını izlemek, sonunda tombulca bir balık görünce onu izleyip harpunla vurmaktı. Bu balıkların kısmeti denız kenarında temizlendikten sonra mangalın üstünde ızgara olmaktı. Eğer ki bir gün balık tutmazsa, biz her ihtimale karşı buzun üstünde pirzolalar da getirmiş bulunuyorduk. Bazı günler, öğlene kadar bir şeyler tutulmaz, pirzolalar pişirilir, akşam üstü tutulan balıklar eve getirilir, ertesi öğlen nefis bir rakı sofrasında kemal-i afiyetle yenilirdi.

Kardeşimle maskelerimizle paletlerimizi takıp kendimizi saatlerce denize bırakırdık. Dalıp dalıp derinlerde biz de balık izler, taş toplardık. Güzel bulduğumuz deniz yıldızlarını kıyıya getirir, berrak suda denizde birbirlerine sürtüne sürtüne yuvarlak ve yassılaşmış taşlarla bir baraj yapardık, ve onları bir müddet seyrettikten sonra azlederdik. Suda çok kaldığımızdan dolayı titremeye başladığımızda, anneannem peşimize düşer, güç bela sudan çıkartır - ihtiraslı bir şekilde " Efendim, friksyondur - kan devaranını çoğaltır !" diyerek kaba ve sert havlularla bizi iyicene ovalar, kurutur, ve güneşe yatırırdı.

Biz de denizi seyreder, babamın sudan çıkmasını beklerdik. Saatler geçer, güneş yükselir, ve denizin yüzünden gözlerimizi körleştirecek şiddetle yansırdı. Kamaşan gözlerimizle bir şey göremediğimiz için endişelenir, acaba babama bir şey olmuş olmasın diye gizlice dua ederdik.

O senelerde balıkçılar ağlarında tuttukları balıklarla yetinmeyip, denize dinamit atarlardı. Geceleri ışıkla balık avlamak yasak olduğu için, çaresini bulup, güneş doğmadan dinamit atıp, suyun yuzüne çıkan balıkları hemencecik toplayıp pazara götürürlerdi. Bunun yan tesirlerinden biri, balıklar gitgide azalıyordu. İkinci yan tesiri de köpek balıkları bu sularda sık sık görünmeye başladı. Bir yaz meşhur bir doktor yüzmeye gitmiş ve ancak sağ kolu bulunmuş. Kimse köpek balığı görmediği halde, şüphe köpek balıklarında kaldı. Dinamitlenmiş de olabilirdi, ama kimse o aralar dinamite kabahat bulmuyor, illa adamı köpek balıkları yedi diye, ortaya terör saçıyorlardı.

Saatler geçtikçe güneş yükselmiş ortalık sessiz öğle hararetine bürünmüş, annem de artık meraklanmış, anneannem işe ellerini silke silke " Ah evladım, ne yapacağız ? " diye endişeden kendini tutamayınca ... babam görünürdü. Sahile yüzmesiyle, biz hemen ayaklarının dibine çöker, ne yakaladığını, ne vurduğunu görmek isterdik. Bazen belindeki kemerine ağırlıkların yanında bir naylon ipin ustünde karagözler sıra sıra ipten geçirilmiş sarkarlardı. Bazen mayosu ile vücudu arasındakı astarın içinden sahile bir kaç tane çağanoz çıkarıp fırlatırdı. Bazen de çağanozların intikamına uğrayıp eline bir tanesi yapışır, güzelcene bir cimciklerlerdi. Biz de kıkır kıkır gülerdik.

Karagöz yakalandıysa, hemen suyun kenarında barsaklar temizlenir, yıkanır ve doğru yakılmış mangalın ateşine konurlardı. Bol limon ve mezelerle paşa ziyafeti gibi bir iki saat yemek yenirdi. Yemekten sonra ortalık toplanır, herkes güzel çamların altına serilir, tatlı bir uykuya dalardı. Şöyle saat 4 civarlarında mahmur mahmur uyanırdık, anneannem karpuzu çıkarmış, bir güzel porsiyon herkese, yanına da yağlı ve nefis bir beyaz peniri. "Oh, dünya varmış!" derdi.

Kardeşimle ben karpuz suları ağzımızdan akarak kendimizi denize tekrar atardık, uzun uzun bir daha yüzerdik. Güneş artık kızılaşmaya başladığı gibi, herşey toplanır, mangal soğumuş, tekrar arabaya yüklenir, örtüler katlanır, ortalık geldiğimizde bulduğumuz gibi insanlar tarafından dokunulmamış halinde bırakılır ve ev yoluna çıkılırdı.

Sadece ana yola girmeden, Tuzla köyünden güzel bir taze ekmek alınırdı. Bir de deniz kıyısında bir ufak çay bahçesi vardı. Masaları eski Roma ve Yunan kazılarından çıkarılmış, kenara bırakılmış sütun başlıklarından yapılmıştı. Sahilin kenarında ufak bir iskelesi vardı ve bütün sahil boyunca zeytinyağı tenekelerinde sardelalar rengarenk çiçek verirdi. Hadi bir de güzel bir demli çay içilir, keyifle güneşin denize süzülmesi seyredilirdi. Sonra yorgun fakat mutlu arabaya binilir, eve dönülürdü.

Şilebezi çarşaflarımızda geceleyin yatarken, cildimiz güneşten hafif kızarmış, her küçük rüzgârı hissederdik. Günün güzelliği gözlerimizin önünde, martıların çağrışları kulaklarımızda, yatağın yanındaki masada denizden geri getirdiğimiz çakıllar ve midye kabukları, içi sedefli midyeler,içleri vakti zamanında bir ufak salyangoza ait kabuklar, minareye benzeyen renkli, benekli deniz yaratıklarının kabukları... bunlarla mutlu mutlu uykuya dalardık. Bazen de rüyamızda o güzel günü tekrar yaşardık.

Bazen, bu yaşımızda bile, o tekrar geri gelmeyecek Tuzla günlerini rüyamızda yine yaşıyoruz.


Claudia Karavolas Gilmore


Claudia Karavolas Gilmore ©2001